14 Aralık 2012 Cuma

büyük ev ablukadaymış hayrini görünüZZZ

Hiç bilmediğim sadece adını duyduğum bir grubu dinlemeye gidiyordum.
Hava puslu, yağmur çamur da olmazsa olmaz misali. İzmir'de bir pazar akşamı!
İsmet İnönü'de konser ve salon ağzına kadar dolu.  Şaşırtıcı bir manzara.
Etrafımda sadece 90'lılar var, Z kuşağı arasında kalmış bir Y kuşağı insanı; ben.
Yine de atmosferden olsa gerek, kendimi on yedi hissediyorum, özetle orijinal bir pazar:

Karanlıkta üç kişiydiler ve "Konser başladı, hayrını görün" sözleriyle ilk kahkahlar geldi. Onlardan biri de bendim. İlk başta ne diyor bunlar derken sonra 'sözleri yakalayıp' gülmeye başladım, daha sonra nasıl bir isyandır bu müzik diye şaşırdım, iyice hoşlandım. Müziğe eşlik bile ettim hani ilk dinlememe rağmen.

Çok sevdim ben bu Z kuşağını. Özgürlükçü tipler, herkes kendi halinde, suya sabuna dokunmayacaklarmış gibi görünse de bu aslında onların sessizliğinin altında yatan 'gizli saygı' kavramlarından kaynaklanıyor. Fikirleri ve özgürlükleri uğruna savaşacak tipler Z'ler. Belli etmiyorlar ama öyleler. İnançlılar. Çok şey var bunlarda ama dediğim gibi 'gizli'sinden..

Gizliden gizliye saygıları, sevgileri, inançları, endişeleri. Gizliliği benimsemişler.

Ki konserde Z'ler ne zaman alkışlasa şu bizim Yalan Dünya'nın haylaz pasaklı çocuğu Orçun olarak bildiğimiz Bartu Küçükçağlayan, Seda Sayan'da mıyız bu ne alkışı,  "içinize atın" sözleriyle dikkati çekti. Bu deyimi bir iki kere kullandı ki kullanmasaydı da ben çoktan oraya odaklanmıştım.

Evet işte Z'ler de benden, Orçun da, Büyük Ev Ablukada da.. İçe atma konusunda. Ondan herşeyi gizli bu Z'lerin, hepsini içlerine atmışlar. Ben de sağlam atarım o içe. Severim de içe atmaları. Zengin içler oluşur bu atışlardan, saklamalardan.

Bazı duyguların evet içe atılmaması gerekir vs vs psikolojik sağlamlık açısından. (yorumsuz)
Fakat öyle anlar vardır ki, öyle hisler, öyle kaçışlar öyle böyle olmayan. İçe atarsınız ve daha da takdir görmüş olurlar. Onların değeri alkışlarla, haykırışlarla ölçülemez.

Konserdeki durdurulan alkışlara dönecek olursak, Orçun'un ve grubunun mütevaziliği tabii. Ama güzel bir deyimle ne çok anlam ifade edebiliyor.

Eğlendik işte ve içimize attık, asil birer Z olarak.


Bu arada, unutmadan,  21 Aralık'ta yine konserleri var ve eğer dünyanın sonu gelmezse, ilk albümleri de 22 Aralık'ta çıkacakmış.
www.buyukevablukada.com





8 Aralık 2012 Cumartesi

yollamayı unuttuğum mektuptan önce geldim

Kurcalarken pandora'nın kutusunu,
iç içe girmiş binbir hikayeden biri çıkıverdi karşıma.
Sararmış, eski püskü bir kağıt parçası.
Kıyamamışım zamanında.
Yakılmamış mektuplardan biri daha.
Sahibine ulaşmamış belli
ruhu kavuşsun diye huzura dökülüyorum burada.

"Bir hata yaptım. Yaptığımı da iş işten geçtikten sonra anladım. Yoksa hata olmazdı ki, değil mi ?
Senle bana ait bir karar verdim biz'e sormadan. Sen yoktun, arayamadım, hatta aramadım. Teknolojiyi sevmediğim anlardan biriydi. Kızgın saatlerdi, elden ne gelir?
Gittim bir yerlere, çok uzak değil, sakin işte.
Bağlanırım belki, bir şekilde, bize yine diye. Çekmeyen bir yerlerdeydik sanki, aradım durdum ulaşamaz olmuştum. Sonra her 'güçlü' insanoğlu gibi karar vermeye karar verdim. Sana sormayı da "özetle" unuttum. Özür dilerim. Açaydım bir telefon, 'Alo, burada mısın?' deseydim iyiydi. Ben gittim ya uzaklara dönemem belki yakında .."

Bu mektubu da yollayamadım sana, belki okursun da buradasındır hala ?

Döndüm ben.




31 Ekim 2012 Çarşamba

Pandora'nın Kutusu

Yazamadım uzun zamandır, olmadı bir türlü.
Elim gitmedi, aklım boşaldı, biraz durmak ise tüm bunların yanında pek iyi geldi.

Uzun ve derin bir uykudan sonra sabaha uyanmanın halleridir bunlar:

Mutluluk en başta, şaşkınlık, tedirginlik, bilinmezlik derken yine yeni ümitler, hayaller ve
bir de hadi bakalım karşıma çıkacak olan sürprizler ?

Hazırlık sınıfında gibi hissetmelerdeyim. Ne ilkokul, ne lise.. Ve sanki boşuna okuyorum bu yılı; hali hazırda "hazırım" misallerindeyim.

Bazen "hazır" hissetsek de, iyiyim desek de, doğru yaptığımızdan emin olsak da vardır bir "hayır"
beklemekte, susmakta, izlemekte ve tüm bunları yaparken de en önemlisi "Sabretmek" de.

Otur, düşün taşın yoktur işin derken geldi geçti bir suskunluk. Uzunlusundan görünen bu kısa zamanlarda bekleyişlerindeyim "yeni ve yeniden"lerin. Önümde koskoca bir sandık.. Hem de tanıdık !

Eeeeh açılsın o zaman..  "Pandora'nın kutusu"





30 Temmuz 2012 Pazartesi

yıldız yorgan altında sineklik ve kelebek

Yıldız yorgan altında uzanmış gece yarısı, adı Ay'la. Yanında güzel bir adam,
yüreği O'nunla. Eller deymese de, gözler süzmese de biliyor ki Ay'da hep O'nla.
Gece kapkaranlık, cırcır böcekleri orkestra ve iki yürek yan yana !


İşte Ayla ile Ayda, Ayla'nın Ayda, Ayda'nın Ayla ..

Ay'la kelebeğe benzetir o sırada bir yıldız kümesini. Bozuverir sessizliği, çılgınca ve sorumsuzca. Ay'da der ki; "Hemen altındaki yıldızları da çiz, al bak şimdi sana bir sineklik".
Ardını sorgulamadan gelen iki sıcak ve yalnız kahkaha.

Bir göz olmaktansa, iki özgür aklın sevişmesi işbu yıldız yorganı altında.

Eh bu Ay'la ile Ay'da..

Biri kelebek, biri sineklik ! Aynı rüzgar altında, salına salına biri doğudan biri batıdan
çalarken ayrı kafalarda aynı olmamak ve yıpratmamak tadında.

İlk tanıştığımda "Ay'la ve Ay'da" ile şaşırdım.! Ne biçim bir münasebettir , anlayamadım.

Olması gereken, aynı'lar değil miydi? Aynı bakışlar, aynı yerlerde aynı hisler, aynı enerji,
hatta sinerji, aynı çatlaklar, aynı yaralar, aynı kırıklar özetle aynının tıpkısı iki rakı arası vazifeler misali yaşamlar.

Bu ikisi de Ay ama biri Ay'da diğeri Ay'la. 

Offff!!!

Hep "bir" diye öğrettiler bana. Kafam karman çorman oldu. Bir ol, O'nun ol, O'na bak, O'nu gör,
O'nu yaşa O'nu tamamla. O'nlayken de UNUT Kendini.. Yok ol, kaybol onunla, yaşa o aşk'ı,
hatta yaşarken yavaş yavaş öl farkına bile varamadan.

"Ay" bir güzellik işte, onlar Bir'er yürek, birbirlerine hep hasret.

İster yıldız yorgan altında, ister dört duvar arasında iki ayrı ses, jazz gibi spontan, tesadüfsüz bir doğaçlama.

Uzaktayken daha yakın olabilen iki ayrı temas.

Çok sevdim sizi Ay, hep uzak olun, kimse bulamasın sizi o bilinen topraklarda,
dokunamasın engin denizlerde dans eden anlarınıza.










18 Temmuz 2012 Çarşamba

aşk; ta ki biz kanayana kadar

Yine müzikten göründüler. "Love until we bleed" diye bir şarkı var :

http://www.youtube.com/watch?v=0LETadzDGOs&feature=related

Andy Warhol ile bir folk müziği şarkıcısının aşkını anlatan filmin soundtrack albümünden bu parça.
Filmin orijinal adı "factory girl". Bizimkiler nasıl çevirdi bilemiyorum, ama "Fabrika Kızı" kadar kolay bir
başlık atmamışlardır umarım. Neyse filmi bulur bulmaz izleyeceğim.

Şarkıya geri dönersek, sözleri şöyle :
(orijinal haliyle)

I'm naked
I'm numb
I'm stupid
I'm staying
And if Cupid's got a gun, then he's shootin'

Lights black
Heads bang
You're my drug
We live it
You're drunk, you need it
Real love, I'll give it

So we're bound to linger on
We drink the fatal drop
Then love until we bleed
Then fall apart in parts

Özetle beni ilgilendiren kısmı "Ve aşk, ta ki biz kanayana dek" olan söz, aynı zamanda şarkının adı. Sözlere detaylı bakarsak; biraz alkol filan dahil olmuş konuya. Olur, insanlık hali, içmişlerdir . Zaten sözler de diyor ki "son ölümcül damlaya dek içtik" Eeh bravo. Neyse yine de duygularına yoğunlaşabilmişler. İçip içip dağıtmaktan iyidir. Bunlar bildiğiniz "kafalar iyi" olmuş. Kız da kağıdı kalemi ele alıp,bu sözleri yazmış. Hikayenin bu kısmı tarafımca yazılmış olsa da "asıl" hani.


Bu ara, günde onlarca kez dinlediğim bu şarkıya neden bu kadar anlam yüklediğimi düşünüyordum. Her ne kadar ilk duyduğunuzda anlamsız gelse de, kanayana dek sevmek aslında o kadar yerinde ve güzel bir anlatım ki. 


Kanamak bir dışa vurumdur, boşalmadır, bir açıklıktır, vücudun içinden gelendir, damarlarda gezinip akandır.. O an bir kayboluştur, teslimiyettir. İşte ta ki o ana kadar değil de tam o anda sevmek olsaymış şarkının adı - mesela "love at the time we bleed"- daha da mükemmelleşirdi.


Bir an'ı kanama kavramı ile anlatmak işin içine girmiş ya, ben çok sevdim işte.. 





13 Temmuz 2012 Cuma

zıtlıkların uyumu

Yanındaki mutluluğumun, bedenimdeki kabul edilebilir ağırlığı ve
> ruhumdaki meltem esintisi hafifliği ile
> biriktirmemeye vermiş olduğum sözü tutmaya kararlıyım.
>
> bazen yaşadığın güzellikler o kadar doldurur ki içini
> o kadar var'dır ki ve yine o kadar yoğundur ki
> kelebek etkisi olmasın diye saklamak istersin
> Şu an ki huzurumu hep korumak adına
> her an o aynı boşluktaki kaybolma
> hafifliğini yaşamak adına
> biriktirip, yitirmeden ve yok etmeden
> sana hepsini tekrar tekrar anlatmak..
> Dolayısıyla huzuru bile olsa biriktirmemek
>
> Shamballa :
> senle tekrar tekrar yok olup yeniden beraberce doğmanın
> ruhumu el ele beraberce doğurmanın hazzındayım
> Leonard Cohen:
> İndiğim merdivenleri senle tekrar çıkmanın
> anlamsız şarkı sözlerini
> yeniden yine beraber yazmanın heyecanındayım
> High-One
> sessizliği korumaya çalışırken ki
> içimdeki çığlıkların özgürlüğünün farkındayım
> Kelebekler Vadisi:
> Uzaklarda, sahipsiz kimsesiz, bizden olmayan zamanlarda
> olsak bile ellerinin hep yüreğimde olduğunu hissetmenin şaşkınlığındayım
> Kahkaha:
> Bakıp, aynı şeyi fark etmenin, her anı güzelliğe çevirmenin
> zamansız tutkuların, sahipli duygularını paylaşmanın keyfindeyim


www.theshambala.com

3 Temmuz 2012 Salı

yasların cesaretine

Peter Gabriel'in aşağıdaki şarkısı ile uyandım bu sabah. Kulaklarımda çınlıyordu. 
Zaten her sabah bir şarkıyla uyanırım, ve gece yatmadan önce dua ederim, 
sabaha doğacak şarkım için. 


Bu şarkıyı dinlemek adına, you tube'a yazdim, ilk çıkan link'e tıkladım ve asagidaki 
yorum ile karşılaştım.

"Biri hayatımda değil artık, ölmedi, sadece hayatımdan çıktı... Ama onun hayatının tehlikede olduğu, onun öleceği, kaldıramayacağı bir dünyada var olması düşünceleri gözlerimi yaşa boğdu ve hemen aklıma bu şarkı geldi. Onun yaşadığını bir yerde bir şekilde nefes aldığını bilmek, sonsuz gecelere katlanmamı sağlıyor.
Aşkını yeni kaybetmişlerin cesaretine duyduğum saygıyı anlatmaya kelimeler yetersiz kalır ."

Benim de gözlerim yaşla doldu tabii. Öyle güzel bir şey yakalamışken,ellerinizden uçup gitmesi hissini anlıyor olmanın hatta anladıkça yeniden yaşıyor olmanın acısıyla. 
Aklınızın, yüreğinizin, ruhunuzun hatta belki amacınızın orada takılı kalmış olmasını bilmenize rağmen, salıvermeniz özgürlüğe ama bu sefer sizsiz. 

"I gireve" diyorum dolayısıyla, ve yaşanan biten her güzel şey için kederlenmek, üzülmek hatta yas tutmak bir bedeldir. Bunu hakkıyla da ödemek gerekir. Yasımı bile sever oldum der kimisi, yas tutarken yeniden yaşar çünkü, onu, yeniden doğar onla, yeniden aşık olur, yeniden öper.. 
Yasıyla içine sokup çıkartmadan onu, nefessiz soluksuz gecelere dalar tüm cesaretiyle. 

Değeri bilinen, hak edilen, cesurca yaşanan yaslara.. 

I grieve, Peter Gabriel 

2 Temmuz 2012 Pazartesi

yine paris yeni bir havadis

Yine Paris, yine yeni bir hikaye.
Herkesi arkada bırakıp çıkmıştım,otelden. Atladım Metro'ya, Le Chatelet'ye. Önüme çıkan ilk kafeye oturdum; Seine Nehri'ni doya doya izleyebilmek adına. Bir kahve istedim, otelinkinden de kötüydü ama ortam yeterdi.

Kahvenin acı ve kuru tadı damağıma öyle bir yapıştı ki ardından güzel bir Chardonnay içmeye karar verdim. Kadehi incecik ve zarif, ışıl ışıl, tadı ayrı rengi ayrı güzel bir beyaz şarap. Her yudumda yeni hayallere dalıp alıp götüren, hiçbir şeyin keyfini çıkarmak adına muhteşem bir seçim oldu.

Le Chatellet'de özellikle pazar günleri isimsiz ressamlar olur. Onları izleyebilmek ve anlamaya çalışmak bir ayrıcalıktır. Elindeki gazeteyi bırakır, çaktırmadan dalarsın eserlerine.
Yine öyle bir pazar işte. Şarabımı bitirir bitirmez, kalktım yürüyüşe, aşağı nehre doğru inerken bir ressam döndü ve "sizi çizebilir miyim" dedi.

An'ın donduğu, cevapsız zenginliğin yaşandığı o noktada, durakalıp, azıcık da keyfini çıkarıp, mutlu mutlu "Fransızcam yetersiz" diyebildim.

Resmin dili yoktur dedi ressam.

"Benim keşke daha fazla vaktim olsa" dedim.

"Zaman sizin ben sadece izin istedim" diyen ressama güldüm.

Bir süre ben nehri izlerken sanıyorum ki o da beni çizdi. Çok utandım, bakamadım.
Yanından geçip tekrar metroya yürümeliydim. Ama ya çizdiğini görürsem endişesi içinde, yolumu uzatıp, kendisine el salladım.

O an orada kalıp, Madeilene'deki dua'm üzerine, özgürlüğüm içinde yok olup tekrar var olsaydım daha mı iyiydi, yoksa sorumluluk hissettiğim arkadaşlarımla uzatılmış o pazar'ı mı yakalamalıydım?

Evet, oteldekilere yetişip, Paris'te ki o pazarı uzattım. Ama o ressamı, daha da önemlisi ne çizdiğini asla göremedim.

Nerede ne zaman yanlış yaptım bilemiyorum ama bunu hep yapıyorum. Maideleine'e tekrar gitmeli demek ki. Dilekler yenilenmeli, dualar kabul olmalı. Doğruyu istemeli.








22 Haziran 2012 Cuma

es'lere

Güzel bir müzik dinlerken, tahmininden uzun süren bir es'le karşılaşırsın ya bazen.
Sonrasında gelecek notalar vardır, şaşırtır. Kimi ilham verir, kimi alır götürür, kimi saklar saklanır.
O es sırasında hep meraktasındır, kutumdan ne çıkacak diye.
Es'leri ayrı bir severim dolayısıyla..

Bir süre ara verdiğimiz alışkanlıklarımız, yaşamayı unuttuğumuz duygular gibi ..

Geçenlerde fark ettim, büyük bir es vermişim yemek yapmaya. Eski heyecanı yok da ondan diye düşünürken, uzaklaşmışım bıçaklardan, kepçelerden ve ölçüsüz tariflerimden.

Uzun bir es'ten sonra ele alınan ilk bıçak o kadar keskindi ki, korkutucu olma boyutuna yaklaşırken, robot mu kullansam acaba derken, titrek titrek başladım bir yerden, bir şekilde. Bisiklete binmek gibidir diye düşünürdüm hep yemek yapmayı da. Öyle değilmiş.

Bıçaklara hemen hakim olsan da, elinin ayarını hemen bulsan da bir malzeme var ki o olmadan adam olmaz o yemek. Tadı, tuzu, rengi, adı olmaz o işin. Bir ruh hali malzemesi vardır, onu eklersin. Kimi buna sevgi ekledim der. Bende eklenen işbu malzeme de ölçüsüz, belirsiz, değişken. Ama eklemeden de olmayan cinsinden.

Geçenlerde elimi attığım o ilk yemeğime, heyecanı ekledim mesela. O heyecanla, tarif bir ordan bir burdan derken, planlanan menüden şaştım ama daha güzeli ile karşılaştım. Afiyetle de yedik.

Şeytanın bacağını kırdım sonunda. Şimdi bekleyen yeni es'ler var ..

Yavaş yavaş da olsa, el atmak lazım: uzun yürüyüşlere, iki seans üstüste gidilen filmlere, kara kalem çalışmalarına, tiyatroya, Fransızca kurslarına, yan gel yat osman hallerine, hadi atla gidelimlere, yoga'ya, okul arkadaşlarıyla toplanmalara, benzin istasyonlarındaki sohbetlere, deniz kenarı biralarına, ev shot'larına, duvar boyamalara, özetle yenilenmelere, tazelenmelere..

Şimdi bu yazıyı okuyan en yakın arkadaşlarım sanıyor ki, gidip ilk kuaföre saçımı değiştireceğim; ama hayır. Kurcalaya kurcalaya, herşeyi deneye deneye, saçlarım küstü bana. Saçsız başsız yine yeniden tertemiz ama eski, deneyimli sayfalara "merhaba"!





12 Haziran 2012 Salı

anlaşılmanın hazzı


"Bana, 'dolabı aç gördüğün ilk kaşarı iki dilim arasına sar sana afiyet olsun' şeklinde bas git kardeşim dese de 
Gördündüğü üzere ben onunla konuşmayı seviyorum, onun dünyaya bakışı beni açıyor 
bazen içimde kalanları açığa vurmama sebep oluyor, 
ondan ara ara yazıp görüşelim diyorum ya, 
azdır ona anlattıkça anlaşılmanın hazzını yaşatacak canlılar.. 
Yazmak güzel olabilir ama ben okumayı ve konuşmayı seviyorum, belki bi ileride.. 
Hep söylerim iletişimi beceremeyen toplumuz, okumadığımız gibi konuşmuyoruz bile.."

Bunun yazarı ben değilim,bir yazı da değil bu aslında, 
düşünülmüş ince incesine, acıtmadan dokunulmuş
yaşanmış ve sonrasında evrenselleştirilmiş
"Beni aldı götürdü" düşüncesiyle paylaşmak istedim.

Aklına ve ruhuna sağlık arkadaşım ..

23 Mayıs 2012 Çarşamba

vitamin

Kız kıza  güneşi batıralım dedik. Izmir'de güzel de bir akşam üstüydü.
Yüzde yüz'e oturduk, yiyoruz içiyoruz derken konu takıldı ilişkilere.
Bir mıknatıs misali çekiyorum bu durumları.

Danışan herkese bir reçete yazılıyor tabii. Kendini doktor sanan eczacılar gibi oldum.
Neyse ki vitaminlerin ötesine geçmiyorum.

Çok sevdiğim bir çocuk doktoru büyüğüm vardır, kızım ilk dünyaya geldiğinde ona çok danışırdım.
Gaz problemimiz var acaba şunu mu kullansam, bunu mu yapsam diye aradım bir gün; o da bana
"Su içir geçer kızım" demişti. Aynen durum bu aslında; vitaminler dolusu reçeteler gereksiz. Şu güzel havalarda, buz gibi, pırıl pırıl kocaman incecik kristal bir bardakta için Su'yu, aksın gitsin.

Hayatı kaçırdığımızı düşünüyorum bazen bu gibi konulara takıla takıla. Hani zaten karar vermiştik, formülü yoktu bu işin, gönüldü bu.

Derken, güneş battı batmasına, şaraplar içildi, kahkahalar sessizliği bozdu..
Buz gibi bir bardakta o malum hayat kurtaran sıvı da, tüm bunların üzerine tüketildi.
Su gibisi yokmuş cidden, hemen tazelenildi.

An'a dönüp, ev yoluna girmişken, bu bir işarettir denildi, İzmir'in en meşhurlarından Sirena'ya da gidildi.
O sırada birden başımın ucunda bir yıldız kümesi oluştu. Ya eve dönseydik hemen,neler olacaktı da biz bir şekilde buraya geldik, hangi fırsatlar kaçtı ama yerine hangi kazanımlar eklendi ? Her ol'an yola girmişse, an'dan çıkıp planlar yapmaya ne gerek vardı?

Tüm bunları düşünürken, mojito'lar içildi, ve o sırada çantama cup diye bir şey düştü. Bir erik. Bu aslında arkadaşımın kısmetiydi. O'na vermek üzereydi diğer arkadaşım ama kısmet işte. Kocaman valizden bir boy küçük çantama saklanıverdi.

Gelen bir telefon üzerine, kızım beni çok özlemiş, eve dönüldü. Hemen uyunamazdı, hikayeler şarkılar ninniler derken, sabaha zor kalkıldı. İşe geldim, kredi kartımı ödemem gerekiyor, sabah sabah ilk iş bu olsun istememe rağmen kartı o koca-mini valiz içinde ararken, eriği buldum.

Kısmetim. Eriğim. Doğal vitaminim.


14 Mayıs 2012 Pazartesi

o ok yaydan çıkmış bir kere



Kızım bana "Anne aşk ne demek?" diye sordu. Gözlerinin içine baktım, kafam karışmış besbelli ve  aklımda yüzlerce soruyla donuk donuk durduğum o iki saniye içinde , nereden çıktı acaba bu soru diye düşünürken, ağzımı açmadan devam etti : "Her şarkıda aşk diyorlar, Hadise aşk'ın emek olduğunu söylüyor peki emek ne demek ?"

Neyse ki daha rahat bir nefes alıyorum, şimdiki soru daha kolay gibi geliyor ilk başta. Emek..

Emek demek diye başlıyorum ve hemen sabırsızca kızım "ekmek" gibi yenebilir mi diye soruyor gülerek.

Daha da rahatlıyorum, çünkü saçmalamama ramak kalmışken o da saçmalıyor. Aynı kafadayız neyseki diye düşünüp, konuyu bağlamaya çalışıyorum.

"Dalya'cım tüm bunları yaşayıp öğrenmek en güzeli, ama aşk'ı da emek'i de yiyebilirsin istersen" diyorum. Bu kız öyle kolay doyacak gibi değil belli ki "Görmediğim bir şeyi nasıl yerim ki ? " diye soruyor.

O iki dakika önceki tüm rahatlamalarım çöpe gidiyor birden. Ayarları yeni yapmışken yine ciddi ciddi başa dönüyoruz.

Annelik böyle işte, ok yaydan çıktı mı bir kere dönüşü yok.

Aşk'ı da öğretirim, şarkı da söyletirim desen de, o oradan buradan duyacak bir şekilde. Aşk emekmiş, yenmezmiş diye.





26 Nisan 2012 Perşembe

defterin eli

Elleri anlatıyordu yaşayıp da sakladıklarını.
Ele veriyordu yine o eller, bezinin sağlamlığını bir o kadar pamuk ipliğine bağlılığını.

Silgilerle işi yoktu o elllerin, kalem tutup karalamazdı da.
Sayfayı çevirir, defterin o kısmını açmamaya çalışırdı sadece.

Ona göre kabarık, daha yazılası çok şeyin olduğu bu defter elinin iziydi.
Her yeni dokunuşta yeni çizgiler belirirdi. Uzunlu kısalı, sıradışı, derin bazen silik soluk
yepyeni izlerle yazılırdı deftere.

Ciltleri kopmak üzere ama hala bomboş, bembeyaz sayfaları vardı.
Yazmaya cesaret isteyen sayfalarla dolu..
Elinin izini basacaktı son sayfaya
Anlatılamayanlar, unutulanlar, kaçılanlar ve saklananlar adına..

Defterin eli olacaktı artık kendisi de
Izinin damgalandığı son sayfayla defteri yüreğinde, sözleri gözlerinde..












20 Nisan 2012 Cuma

mahalle

Yaz ortası evde sıcak ötesi bir pazar. Çeşme'den erken dönmüşüm ,dinlenmek için. Ev dandini, valiz açılacak, çamaşır yıkanacak vs derken daha önce kitabını okuduğum o filme denk geldim. "Ye, Dua Et, Sev" Julia Roberts baş rolde.

Kolay olur, izlerim,uykum gelir, kafa dağıtırım diye düşünerek, takıldım filme. Sözüm ona konuyu biliyorum, sonunu biliyorum ama nafile, bir heyecan bastı beni. Hele kadının o kelimesini bulduğu sahnenin içime serptiği serinlik, ferahlık, aydınlık. Nereye kadar bu derinlik, ne komik bir etkileniş..

Ha neden, sahneler mi mükemmeldi? Oyunculuk mu yıkılıyor ? Müzikler mi? Yok değil.. Kelime bulunmuş daha ne olsun, kadın arayışta.. Durum o sırada aynı ben. Farkımız şu; ben geceleri satın alıyorum, kadın geze geze, hayatının bir dönemini. Aklıma gelmedi değil tabii, alıp başımı çekip gideyim ben de bir yerlere diye. Nereye tabii? İş var, kızım var,sorumluluklar ıvır zıvır ve tabii kıvır.

Neyse başladım yogaya, meditasyona, evren enerji ilişkilerini kurcalamaya. Hafif sıyırmaya yakınken duruldum.

Kabulleniş dönemi geldi çattı.

İstanbul'dayım o hafta, gece bir yere davetliydim. Gittim, eğlendik, yedik içtik derken zaten bir dolu alerji ilacı, kortizon vs kullanıyorum uyku ve kaşıntılar bastırdı, atladım taksiye eve dönüyorum. Bir arkadaşım da bana eşlik ediyor, daha ziyade ben kendisini eve bırakıyorum çünkü sızdı takside. Varlığı yokluğu bir neyse ki.

İstanbul'un Galata'sından Arnavutköy'e doğru yoldayız. Ses seda yok, daracık sokaklarda ilerliyoruz. Arnavut kaldırımı. Derken sol kaldırımda yürüyen biri var. Ben. Yürüyorum, yanımda bir kız çocuğu. Hava ağarıyor birden ve taksideki ben "An" içinde kayboluyorum.

Astral seyahat desem değil, kadın benden daha mutlu, daha güzel, yaz'ı yaşıyor o sırada, üzerinde tiril tiril upuzun bembeyaz çiçekli bir etek, askılı bembeyaz bir bluz, adeta kızıyla uçuşuyor. Ele ele tutuşmuş, kayarak sanki ilerliyorlar kaldırımda. Çok hafifler, taptazeler.

Aklıma film geliyor birden bire, Julia Roberts hayatının kelimesini arıyordu ve bulmuştu ya, ben de aramaya başlamıştım hatta ve işte o An buldum. "Mahalle"

O mahallede uçuşan, titreşen, gülen, mutlu kadın. Ruhum orada takılı kalıyor tabii.

Şimdilerde ise "Mahalle" diye diye, konsantre olmaya başladım zamanla. Mahalle diye diye dengeyi yakaladığım günlerim oldu. Mahalle diye diye arayışlarımı durdurup teslim oldum. Kaybolurum sandığım o Mahalle'de yeniden bir ben VAR oldum.




19 Nisan 2012 Perşembe

aşk ve kasaba


Kaş yapalım derken göz çıkardık.

Özgür, kendine has hafif de çatlak .. Meraklı ama hayata dair, bekar ama feleğin çemberinden geçmiş dört kadın toplandık. Kakkara kikkiri bir hafta sonu olacaktı. Amerikan dizilerinden fırlamalı sistem.

Sex and The City'deki gibi. Hoş, dört karakter de başroldeydi bizim dizide; yani Carrie. Kimse kabul etmedi azgın Samantha, ya da koca meraklısı Charlotte olmayı.

Güneşin yağmurla flört hallerinden kaynaklanan havanın dönekliği mi yoksa film setinin Urla gibi huzur yüklü bir yer seçilmesi mi artık her neyse, dizi Seks ve Şehir olmaktan çıktı.

Erkekleri konuşup, eleştirecek, hayatın dengesizliklerine varana kadar uzatacaktık konuyu. Ama takıldık, doğaya. Doğanın gücü bizi de etkisi altına aldı. Önce yağmurla sırılsıklam olup, farkına vardık. Sonra rüzgar çıktı, dalgalandık da durduk. Kabullendik. Daha sonra güneş açtı, biz de  açılıp saçılıp coştuk, şükrettik.

Mezesiz sofraların keyfi olmadığı gibi, konumuz bir ara ilişkiler oldu tabii. 
Doğanın hükmedemediği hatta hükmetmek istemediği elektronik ilişkiler. Kapıyı santral telefona bağlamışsın misali, otomatiğe alınmış ilişkiler. İstediğinde aç hem de yerinden kalkmadan.

Yarın ezberindedir nasılsa. Tüketim mutlaka olacaktır ama bari bu sefer ağır ağır olsun hesabındasındır. Ezberbozan çıkar mı diye bir an düşünsen bile, egon bozuverir seni. İlk o mu aradı, kim daha çok mesaj attı, gitsem mi, ne giysem, ne yazsam ..Ertelesem olası bitişleri de ne kadar ertelesem?

Gelsin, avuçlarımda yok olsun, kaybolup bir olalım gerisine de doğa karar versin diyemediğimiz elektronik ilişkiler. 

Şehri, erkekleri, seksi, modayı, son dedikoduları, ucuz kalori hesaplarını konuşamadık. İçe döndük, doğa bizi sarstı, salladı çarptı sonra da kendimizle özgür bıraktı.

Dört kadın, ne seksi ne şehri derken  "Kasaba ve Aşk" dizisine senaryo olduk. İyi de oldu, kopyalar bol etrafta, orijinali yakaladık. Kırk bölüm çekemeyecek olsak bile, hatta reytinglerde sona kalsak kimse izlemese ve hatta sevmese bile “biz’e ait” oldu. 

Özetle, senaryomuz güzel, yaşayacak cesaretimiz olsun yeter.

5 Nisan 2012 Perşembe

Toplan Yuvarlan

Toplan , yuvarlan, sallan biraz derken bakmışsın yine yeni adreslerdesin.

Ural Altay'dan buralara gelmişim "atlı göçebe" Türk kültürü sinmiş içimde.

Gündüzleri İzmir'de geceleri Hawai'de hafta sonları dünyanın ücra köşelerinde, kah Miami, kah Rio, ver elini Amazonlar, yüzerek geç Sakız'a derken bedenim astral seyahatte..

"Hadi gel gidelim" desinler yeter galiba.. Bir de şu laf var ki beni benden alır gider : "Senle her yere gelirim" Densin!?!? Hep densin ..

Densin de bunlar da bilinsin : Benim ruhum zaten seyahatte. Bedenim "fiziken" tutkallandı bu ara.. Buralara.. Ama gel gör ki içimde hayli estiren bir fırtına, koptu kopacak halatlarım bu güvenli limanda.

Aidiyet sorgulaması olmayan bir ruh benimkisi, dolaşsın, gezsin, görsün, öğrensin, yaşasın ve yaşatsın.

Bir gün Urla'da zeytin ağacı diker, 70'imde onu izlemek isterim, bir gün Paris'e kaçıp ressam olmak, başka bir gün Şambala'ya kaçıp aşkımla sonsuza dek yok olup dönmemek. Çok şey ister benimkisi; ağır görünen mobil ruh.

Bir akşam, bir dostumla sohbetteyken not almışım meşhur i-phone'uma. Demişiz ki :
" Hayat merdiven gibi, her Basamak başka keyifli"
Kim bilir kaçıncı basamaktayım; 100, 150 fark etmez. Dön gel dolaş, arada in arada çık derken, toplan yuvarlan, kah orada kah burada, çılgın gönül, hem gezgin hem zengin ruh bu, hayatla el ele sımsıkı dost bir "can" bu.

Basamakları saymadan inip çıkıyoruz işte, hiç bitmesin, eksik olmasın !..

Nereden mi çıktı bu yazı, yeni ev taşıdım da!!! Baktım bedenim de seyahatte, gel yaz dedim işte.
Taşınmalarım bile uyumlu hayatla. Dikey durmuyorum bu dünyaya, aynı paraleldeyiz hep aşkla.

Basamak dolu bir hayat diler, taşınmaların stresinden uzak durmanızı temenni ederim. Olacaksa olur, gelir geçer, toparlanır yuvarlanır..







30 Mart 2012 Cuma

Bu gece Instagram’ı al koynuna

Yak bütün fotoğraflarıııı
Ona ait bütün eşyaları
Bu gece ümitleri al koynuna
Unut insafsızı
Tarkan’ın bir şarkısıdır ki hayatımda maksimum beş kez dinlemişimdir. Ama gel gör ki ağzıma takıldı, şu “instagram” dünyasına daldığımdan beri.
Ner var ne yok bu gezegende? Nedir bu yeni oyuncak ? Nasıl birden bire herkes fotoğrafçı oluverdi? Yepyeni bir gezegen burası , bir sürü kedicik, rengarenk topuklular, kıpkırmızı dudaklar, mosmor tırnaklar gibi uzaylılarla dolu.
Hoş bunları yazıyorum da ben de yeniyim bu gezegende. Ama sayesinde, hayata başka bakar oldum.
Eskiden yolda yürürken kafayı kaldırıp gökyüzüne bakmazdım, ama şimdi dur bakıyım güzel bulutlar var mı demeye başladım. En sevdiğim mekanlara, kimse yokken gidip rahat rahat fotoğraf çekme arzusu sardı. Sabah ezanından önce kalkıp güneşin doğuşunu, hafta sonu şehir dışına çıkıp doğal güzellikleri yakalama hırslarına kapıldım.
Bir nevi hastalık bu da canım. Hoş benim gibi bir kullanıcıyı pozitif etkiledi. Yoksa ben işten eve, evden işe, hafta sonları kafeler barlar vs klasik hayatıma devam ediyor olacaktım. Kimin aklına gelirdi, otları, böcekleri, kuşları, bulutları.. bu kadar çok seveceğim.
Hoş bu gezegende, başka bir vadi var ki, orası da gene çukura düşürecek cinsten. Yani  özel hayatın resmedilmesi kısmı.  Kulağa hoş gelmese de yadırgamayınız, ben de düştüm az çok bu çukura.
Gidiyoruz akşam yemeğine; dolunay var, elimizde içkiler, masa donanmış, kızlar güzel “ayyy garson bey bir fotoğrafımızı çeker misiniiiiiiz?” Başlıyoruz gece gece, yemek ve sohbet keyfinin içine etmeye.
Instagram’a yükleyip, oradan facebook ve twitter vb sosyal yuvalara yolluyoruz ki görülsün güzeliz, paramız var, yemeğe geldik, zevkliyiz özetle işimizi biliriz.
Bir de “aşk vadisi” var tabii. Aşksız bir uygulama olur mu hiç? Çeşitli versiyonları olan bu instagramcılar, aşk vadisinde kaybolanlardan..
Örneğin, bu platformda tanışanlar ki genel methodu bol bol like edip yorum yazarak oluyor.
Burada aşklarını yaşayanlar da var ki tüm öpüşüp koklaştıkları anları ekleyip  millete şov yapılıyor. Sevgilisini bu gezegenden takip edeni de var; “Acaba dün gerçekten Çeşme’ye mi gitti ? ya da “O’nun fotoğrafladığı mekanda Ayşe’nin de fotoğrafı var mı ?” gibi sorularıyla çıldıranlardan oluşuyor.Komik gelecek ama Instagram’dakine aşık olup, gerçeğine tahammül edemeyenler bile burada sürünüyor.
Neyse ben Tarkan’ın şarkısına geri dönmek istiyorum! Çünkü artık yakılası fotoğraflar yok. Kalmadı. O fotoğrafı çekilesi aşkların azalması mıdır, yoksa Instagram’ın fotoğraflarımızı ele geçirmesi midir bilinmez!!! Ama gel gelelim yeni şarkımıza; yeni sözleriyle, yeni gezegenimizde :
Sil bütün fotoğrafları
Ona ait bütün ‘like’ları
Bu gece Instagram’ı  al koynuna
Unut o resmettiğin son aşkını


25 Mart 2012 Pazar

diyalogsuz anlaşmalar

Kadın:  Su getriyim mi canım?
Adam:  Sen istiyorsan..
Kadın : O zaman getirmiyorum
Adam : Sen bilirsin

Çözümsüz bir diyalogdur işte bu. Niye soruyorsun be kadın, ayrıca niye cevabın yok be adam ?
Bu adamla kadın bitmiştir.

Bir de bitmemiş olanların yaşadığı diyalogsuz anlaşmalar var.

Kadın uzun uzun bakar, adam bakmasa bile o anda, anlar, hisseder,, gelir, öper. Bir tek kelime olmadan yaşanır.

Bir pornodur bu diyalogsuz anlaşmalar. Kadının beyni soyunur. Artık adam ruhundadır kadının, yüreğinin kırgınlıklarını görür.

Dingin ama derin sularda yorgun argın yüzerken kadın, boğulmamak adına dibe dalmak istemez; işte o anda anlar adam.

Ya kıyıya çeker yavaş yavaş, ya da bırakır engin denizde..





22 Mart 2012 Perşembe

Yeşil ve Pembe

Yeşil ve pembe gibiydiler
Pijama misali, alt üst..
Takım değil ama uyumlu !

Renkler konusuna dalacağım besbelliydi. Instagram'ın etkisi büyük.

Bahar geldi ya şimdi, film kareleri sardı dört bir yanımı. Her yeni bir renkte yeni bir hikaye.

Bu da yeşil ile pembeninkisi ..

Bir kıpır kıpırdı pembe, alacalı bulacılı hallerden sıyrılıp, toz pembeye uçuverdi. Yeşille karşılaştığında biraz kızarıp bozarıp bordoya yaklaştı ama yeşilin o huzur veren ruh haliyle mora kayıp, sakinledi. Mor da az değildir. TUTKU kübüdür aslen.

Neyse, mor haliyle kendini pembe sanarak oturdular bir yere yeşil ile.

Yeşilde de ton kaymaları oldu, olmaz mı ? Deneysel bir çalışma üzerindeydiler. Bu iki renk yanyana nasıl durur çalışması. Aslında kime ne de işte onlar da yanyana gelmemişler o ana kadar..

Yeşil'in o huzuru, doğallığı, tazeliği, saflığı bizim mor'u yavaş yavaş açmaya başlamış. Ortama biraz gökyüzünün maviliğini, bulutların beyazlığını katıp, zaten var olanı, olduğu gibi yansıtınca pembe geri gelmiş.

Editlenmemiş bir fotoğraf, i-phone'la çekilmiş ama hikayesini bire bir bağırıyor :
"Burada aşk var"

Bahardandır, ama en çok an'dandır. Akar gider "su" gibi.










14 Mart 2012 Çarşamba

çember sistemi

Ortaokul birinci sınıfta kompozisyon sınavındaki performansım nedeniyle ailem okula çağrıldı.
Disipline veriliyordum. Neden "Türkiye" hakkında olumsuz şeyler yazdığımı sormuşlar?

Kompozisyon sınavı vardı, tabii ki yine konu önceden verilmemişti. O an bir soru sorulmuş, anında aklına gelenleri yazacaksın. Sanki yazmak bu kadar basit.

Soru: Türkiye'yi seviyor musunuz, neden? Böyle bir soruya 12 yaşındaki çocuk da neden sevip neden sevmediğini o 45 dakika içinde yazar ve aman acaba hakkımda ne düşünürler demez.
Ben de öyle yapmıştım.

Hoş ben ülkemi çok seviyorum. Bana ters gelen onca haksızlıklara rağmen, seviyorum. Ama keşke böyle olsaydı dedim diye de disipline çağrılıyorum.

Sormayın o zaman böyle soru! Soracaksanız da giriş gelişme sonuç var mı diye bakın. Anlam bozukluklarını kontrol edin, dilbilgisi hatalarımı düzeltin.

Daha o yıllardan baskıya bak, özgür düşüncemin içine etmeye gel.

Yaş on iki alınan karar: "bir daha da yazmam ben"

Yazmıyorum işte artık. Daha doğrusu yazamıyorum.. O hevesi en baştan yok ettiniz !!!

Tüm söylemek istediklerimi, aklıma gelenleri, benim doğrularımı, olmasını arzu ettiklerimi, haksız bulduklarımı, insafsızca alınmış kararları, ağlatan sadece uzaktan izleyebildiğim olayları yazmıyorum.

Düzen adına mı? Sistem için mi ? Ne düşüneceğim peki? Düşünsem de söyleyemeyecek ve sorgulayamayacaksam en iyisi hiç düşünmesem daha iyi, değil mi?

Dolayısıyla dışındayım çember'in.. Siz de umursamayın yazdıklarımı. Ben sizden değilim.

11 Mart 2012 Pazar

Beyaz

Affedici olmak bir erdemdir.

Bir boş anımda ama gerçekten bomboş, uzandım üçlü koltuğuma, aldım sağ elimi başımın altına
başladım duvar köşelerine bakmaya. Duvarın tavanla kesiştiği köşelere.

İlk başlarda zorlandım, sıkıldım, kolum uyuştu vs derken baktım alıştım, yavaş yavaş geliyor bir huzur.
Gözleri kapadım, önce simsiyahken sonra mavi bir derinlikle karşılaştım.Sanki atlamak üzereyim boşluğa.
Başladım affetmeye, içimden kırk kere olmasa da bir kaç kere "sevgiyle sarıp barışla sarmalayıp sizleri evrene bırakıyoruuuu.." dedim. Baktım atlamışım mavi derinliğe etrafım bembeyaz bir bütünlüğe kavuşmuş.

An'da oldu tabii bunların hepsi. Unutursun dediler ki unuttum affettiklerimi, en başta da kendimi yani en sağlam vurucuyu.

Eh olacak o kadar, dümdüz çevre yolunda 160 km hızla gitmek mi keyifli, yoksa sürpriz virajlarla dolu bir vadi yolunda ilerlemek mi ?


9 Mart 2012 Cuma

Çukura düşmek ya da düşmemek, işte bütün mesele bu


Geçenlerde yolda yürüyorum, dı dııt, dı dı ddııt, dırın dırın vb şekillerde telefonlarım susmadı. İki telefonum var tabii, özel hayatım için eğlencemin ana cihazı i-phone ve iş hayatımın özel hayatıma rahatça müdahale edebilmesi ve heeey iş burada hep yanında dedirten Blackberry’im. 

Önüme bir çukur denk gelse kesin içindeydim. Sağlam bir çığlıkla “ayyyy…” diyerekten cumburlop.

Kızım bakma iki saniye yürü paşa paşa evine değil mi ? Yok işte öyle olmuyor !

Ya o sırada sabahtan beri beklediğim o uzaklardaki kişiden bir adet gülen yüz “:)” geldiyse ve bu beni yolda yürüken kendine has deliler gibi güldürecekse, o anı mı kaçırayım?

Ya instagram’a eklemiş olduğum öğle yağmurunun mosmorlaştırılmış hali, beğenilmişse – like edilmesi diye de bilinir- yorumlar almışsa ve ben zamanında hayranlarıma teşekkür edemezsem ?

Ya bir banka en son almış olduğum 1 şişe şarabı 7’ye bölüyorsa ve ben bu fırsatı kaçırırsam ?

Ya twitter’da bana bir “mention” geldiyse ve o sırada onlara cevap veremezsem ve takipçilerim - “follower" diye de bilinir – beni terk ederse ? (twitter:duygu_dahlia) :) 

Ya facebook’ta bir happy hour duyurusu düştüyse telefonuma ve ben o aktiviteyi görmeyip eve gidersem erkenden ?

Sosyal medya, bizim yeni ego’muz. Orada bir “Duygu” var, başka bir duygu bu. Yolda yürürken bile peşini bırakmayan, gölgen o. Yüksek sesle söylemediklerini yazabildiğin, rahatça küfredebildiğin, aslından daha güzel,daha eğlenceli, daha mutlu olduğun yeni yuvan orası. Dolayısıyla da sahip çıkman lazım.

Uğruna; çukura düşersin, iki üç kişi güler, hastanelik olursun en fazla , eh bu da işine gelir, sana duyurulası yeni malzemeler çıkar işte.
 
Seni bir haftada cepten arayan 3 kişi varsa o hafta 100 tane mesaj alırsın facebook’tan, 15 tane mention'ın olur  twitter’da, yaralı bacağının fotoğrafı da 77 kere “like” edilmiş olur instagram’da. Bak ne kadar çok seviliyorsun, ne kadar popülersin, ne kadar “Özel”sin.

Tüm bunlar özeleştiri aslen; bazen hissediyorum da o çukura yaklaştığımı, gülüyorum yine de  ve diyorum ki “orada bir “duygu” var sosyal medyada, o “duygu” benim duygucuğumdur, “like” almasa da, “poke”lanmasa da o “duygu” bizim duygumuzdur”

Yazıyı okurken kim bilir kaç ‘dıııt dıııt’, ‘kilnk klonk’, ‘şıpıt şaput’ hatta ‘bibibiiiibiiipsst’ aldınız? Aman kaçırmayın !?! Fakat bu arada “varsa” evde sabırsızca sizi bekleyen sevgilinizi, çaya davet eden annenizi, hamurları saçmış etrafa, arkadaş isteyen çocuklarınızı, bu liste uzar da uzar, bekletmeyin çok fazla.

Keza, sanal ortamda henüz “Dokunamıyoruz !”


 

3 Mart 2012 Cumartesi

Sarkozy bozdu Nar'ımın tadını

Havanın okşaması mıdır, ruhumun mayışması mıdır her neyse böyle uyku hali görülmedi. Hem de en tatlısından. Beni bilenler şaşıracak ama; bir uyudum dünden beri, şu an uyanmışım blog yazıyorum, gözlerim yarı açık.

Ne rüyalar sormayın.. Ben yine de anlatayım;

Dr Bilal sahnedeydi, koca memeli bir dansöz eşliğinde, jagermeister içiyorum hem de pavyonda. Masada bir sürü nar, hepsi yarım, kemirilmiş, hiçbiri aradığım tadı vermemiş. Dişlerim kamış kamış olmuş, Zeki Müren'den geliyor parçalar, yanımda çook eski dostlarım, bir ben şu anki yaşımdayım (23:)) herkes 20'sinde.

Dansöze para takmaya kalkıyorum, 10 punt sivri topuklularımla, kendimi de sahnede buluveriyorum, göbek atarken. Sarkozy geliyor birden mekana, tutup elimden indiriyor beni sahneden, "otur bakalım yanıma, konuşalım şu Fransa'nın durumunu" diyor. Hayır konuşalım da benim Fransızcam çok kötüdür diyorum. Ama bir açılıyorum, şakır şakır söküyorum Fransızcayı.

Sarkozy bir ara tuvalete gidiyor, ben de kaçıyorum yanından, kafam şişmiş. Cebimi masada unuttuğumu fark edip, eski dostlarımın yanına gidip, tuvalete gidiyorum bahanesiyle atlıyorum gizlice bir taksiye.

Takside çalıyor "It had to be you". Dar, arnavut kaldırımlı sokaklardayız, eve bir türlü varamıyoruz. Diyorum ki şoföre ben en iyisi iniyim, nasılsa evi bulamıyoruz, biraz yürüyüş yapıyım. Başlıyorum yürümeye, benim olmayan mahallelerde. Bir uyku bastırıyor, kıvrılıyorum bir kaldırıma.

Telefonum çalıyor o sırada, gizli numara. Açıyım mı açmıyım mı derken, bunun aslında cebimin alarmı olduğunu anlayıp uyanıyorum. İşe gidiyorum.

Eh rüyamdan böyle mışıl mışıl kaldırımda uyurken uyandığımdandır ki tüm güne güzel bir uyku haliyle devam ediyorum. Ne alakadır ben ve Zeki Müren, hatta göbek atmak, hatta ve hatta Sarkozy.. Rüyabilimci olmadığımdan ve hayatı olduğu gibi kabul edip sorgulamaya merakım da olmadığından, böyle güzel bir bahar gününde gözler yarı açık uyuyorum ben de. Uykudur ilacı derler ya, ben de ilacımı içtim, atabilirim şimdi kendimi sokaklara, hatta kaybolabilirim yeni mahallelerde..


28 Şubat 2012 Salı

Interview with the Aston Martin

Here is an interview, with an intelligent , handsome, successful and one of his kind man, in his early 30's. He defines  Love, as simple as it is, he's an Aston Martin looking for his Mrs High Heels  :)

Dear J,  for the moment do you have a girlfriend? Or are you in love ?

J: No girlfriend, aşk yok, a couple of people around but no serious relation

You want to be in a serious relationship ? and what is a serious relationship for you ? how you define it ?

J: it's not an absolute necessity ,I want it but not at all cost
For me a serious relation is a willing to share...not only the physical part but the interest hobbies life in general; One of my friend used to say that the perfect partner is your best friend but you have sex with him (her)

A good definition I'll try to keep in my mind.
So now, you have people around, you hang on but without sharing hobbies etc?

J: some of them we are just having a great physical connection as you might know sexuality is a skin question, some skins are compatibles others not , this is the reason why we can exprience sometimes great sexual relation with a perfect unknown..I'm also hanging around with some of them just to be nice to them, no physical attraction but great personality

Why do you wanna be nice ?

J: If you are in a relation with someone you have to like her.
Are you buying a car only because it's a comfortable one, fuel efficient, great engine ??
No you buy a car first because the esthetic....

Mrs Everything ?

J: Not Mrs everything, I just need a certain amount of qualities, details... high heels, hands wist....I'm usualy straight forward, I like to make dirty jokes or shocking to test the level of tolerance, sense of humor auto derision. I'm trying to be 100% optimistic what ever happens, for me life should be fun, laught

Very nice ..

J: I was saying to one off my best friend a couple of weeks ago that you have 3 types of people:
the ones who see the glass half full
the others half empty
and the one who are always trying to fill it up !! :)

And I guess you are the last one :)
So when was your last Mrs high heels who drove you crazy and couldn't forget her wists ?

J: I had like a mini crush last time that I was in İstanbul, but the situation was complicated.
She was just leaving a couple of days after ( I think that she had a boyfriend ;)
I'm a Cartesien..... Passion doesn't mean passivity, even if you feel the aşk you have to be able to back up to evaluate the situation, to protect your self, then you can be sure that I will hurt... :S

What will happen? If you just fall in love and if she's not there? Sometimes you should fight for your love ?

J: not my business, you cannot fight by-yourself

Fighting for someone, not necessary ? even she's the one with high heels and beautiful skin and with the best sense of humour?She may be waiting for that? Because I have such friends around me, saying he didn't go for me ?

J: Love is as we say in a lawyer term "a synalagmatic contract" wich means commitment of two intended purposes, both terms have to commit, Isaw that she had also a crush but she was leaving ect... the situation was complicated; we just enjoyed ourselves.. that's it !
The 2 times that I had a crush, the same situation happened, they left : one for NY ; the other one for SFrancisco

Because of your proffession I guess you don't have a stable life, but most of the women like stability in a relation ? May be that's why they run..

J: True; but some of them like the fact that I'm in and out, always happy to see me back at home

Are you loyal ?

J:It's just a life style question for the moment as a single I just choosed that contract; 6 on 2 off
but i don't want to have a relation where I can see my wife only 2 weeks every 6 weeks
And; I'm always loyal in my relations; I'm fully commited; hard to believe; but I like aston martins
Why should I drive a nice mercedes If I have an aston martin at home...there is no point :) I believe also in trust; for me being jaleous is a poison for a couple

Now let's say, women are people you guys are cars; which car is exactly you ?

J: An Aston Martin DB9, elegant, comfortable

Perfect design? powerful engine ? a big one and a very expensive one ?

J: with the wing on the hood !!! :) sofisticated but not show off, kıro değil yani

Difficult for the ones who have crush on you, not easily affordable , you are ?

J: not like a ferrari lambo, not easily affordable; you can like me; but to get a ride, it's another story

To get a ride, the lady should take huge risks
Renting or leasing instead of fully owning you, is a better solution ?

J: To be able to win you have to be able to loose...

Believe that after the things you've told me, a lady renting you, may one day own you with your permission , you may say "I'm yours now don't pay any more :)"

J: l'essayer c'est l'adopter as we used to say in french......try it and you will buy it...while you are talking about price, for me a relation should be balanced, we should have the same level of interest (love) for each other, so the final equation will be 0 - zero  

I do admire equations on love issues, and trying to find out the perfect solution which the outcome is 0; but nowadays started to feel like it's never gonna be 0, so in that case, will you accept a result with -5 or 5 ?

J: I'm in an acceptable level of unbalance......

To be continued .................








23 Şubat 2012 Perşembe

posta kutuma cemre ile düşen mektup

Dün akşam; bir arkadaşım tarafından, şöyle sağlam, paşa paşa eleştirildim ki hoşuma da gitti. Der ki kendisi, canım yazıyorsun da,sanki özel bir kişiye ya da kişilere gönderme yapıyormuşsun gibi yazıyorsun; kendine yaz, kendince yaz..

Peki buyurun buradan yakın; işte şimdi de kendime yazıyorum. Hatta mektup olsun; pembe zarfa koyup, iğrenmeden yalayıp kapatıp, postalayacağım. Elime tez ulaşır umarım.

"Sevgili Duygu,

Evde, ofiste seni bekleyen bir dolu işin gücün varken ne diye burada zırvalıyorsun? Ha anladık, bir jet lag durumun var, uçmadan da olsa, geceleri sanki Hawaii'de yaşıyormuşçasına evde askılılarla gezip, vitamin dolu içecekler içip, müzik dinleyip, mum yakıp, dans edip, en fazla plajda yayar gibi uzanıp, uyumamayı tercih ediyorsun.

Uyumayınca başımıza iş açıp bunları yazıyor, kendine de taktığın "duyguru" isminle, hani çok mütevazı bir arslansın ya, ahkam kesiyorsun. Yazılarına bak şöyle bir;

Bebe boy aşk olmazmış mesela; sorarım acaba kaç kadeh rakı içebiliyorsun bir gecede? Yanında diet kola olmadan içemediğin gibi 3. kadehteysen uykun geliyor hatta eve kaçıyorsun. Senin neyine 70'lik?

Hem sonra face moon diye birine takılmış gibi bir halin var ki sen de çok iyi biliyorsun malzeme çıksın diye uyduruyorsun bunları. On dört yıl öncenin hesabı ile uğraşmak nereye sen nereye? Kandırma bizi şekerim.

Melekler şehrine lafım yok, bir nebze teşekkür etmişsin çevrene, peki ya kurtlar vadisi ne öyle? Sen kim kurtlarla dans etmek kim? Kurtlar yaklaşır mı senin gibi tilkinin olduğu yere? Ha bir de kuzuların tarafındaymış gibi yazmışsın ama tilkisin kızım sen, hangi kuzu dinlesin senin vereceğin aklı?

Bali, Maldivler, Paris, Tuna Nehri vs geziyorsun anladık, ama biliyoruz senin işin bu, oradan da hava atmaya kalkma özetle.

Bir de şu bitmek tükenmek bilmeyen gece hayatın, alemlerin, partilerin? Otur oturduğun yerde de, ağlaşma! Aman hangover oldum, başım tuttu, belim kıvrıldı, egzemam arttı, saçım yandı, hem bu ayı ancak çıkarırım eyvah param kalmadı vs vs

Bir şeyler yazmak için çılgınca işlere bulaşıyorsun şekerim, o röportajlar hele ?!? Adamlar güzel söylemiş de sen bön bön dinlemiş, heee demiş durmuşsun ; hani yorum yazacaktın tüm bunlara? Hem bir de mutlu bir ilişkisi olan yok mu canım, onlarla da röportaj yap, iyice depresyona sokma bizi.

Hımm bir de unutmadan, borcun mu var Hayat adlı bankaya? Falcılara gitmeler, aşkı sorgulamalar, geçmişe dönüp dönüp hesaplaşmalar ? Git al bir kredi "Hayaller Bankası'ndan" yan gel yat Osman. Bu kadar kasma canım benim, doğru söylemiş arkadaşın, sen sana yaz en iyisi, yoksa okunası malzemen de kalmayacak yakında.

Şimdilik gözlerinden öpüyor, iyi geceler diliyorum.

P.S. Bizim buralara da cemre düştü, Hawaii kadar sıcak olmasa da bekleriz.

Duyguru"


Okurken dinlemek için :
Tori Amos, PJ Harvey, Björk & Massive Attack Mashup by Wax Audio
http://www.youtube.com/watch?v=IoTGdtH0Mec











18 Şubat 2012 Cumartesi

sinema, aşk ve işte hikaye

Sinemada kızın yanında hiç tanımadığı bir çocuk oturuyordu. O akşam ortak arkadaşları nedeniyle aynı filmdeydiler. Sinemada korku filmi izliyorlardı. Kız o güne kadar nefret ederdi bu tarz filmlerden. Korku ile birleşen heyecanıyla, ateş bastı ve üzerindeki ceketi çıkardı. Kolu yanlışlıkla yanındaki çocuğun koluna değdi ve bir anda içi ürperdi. Anlam yüklemedi, çünkü hiç hoşlanmak isteyebileceği bir'i değildi ki. Soluk, anti-sosyal, sevimsiz , varlığı olmayan ya da saklanan meçhul biriydi.

O gece o an unutuldu. Bu vesileyle tanışmış oldular. Aradan 3 gün geçti, çocuk kızı aradı, arkadaşlarıyla yine sinemaya gidiyorlardı, kız da tamam dedi ve buluştular.

Kız o akşam "o an" fark etti, sadece iki kişi gidiyor olduklarını. İlk başta biraz rahatsız olduysa da kimseyi üzmeyi sevmediğinden sesini çıkarmadı, hem bu film kaçmazdı; ileride bir klasik olacaktı: "Con Air"

Filmden çıkışta, bir kafeye oturdular.Kız çocuğun filmle ilgili yorumlarını çok sevdi. Bu çocuk, 'Adam'dı, 19 yaşında olmasına rağmen, yalnız, gururlu, kayıp ama dopdolu bir adamdı. Saat sabah 02:00 olmuştu eve dönme vakti çoktan gelip geçmişti bile; ama ayrılamadılar ki..

Konuşulacak ne çok şeyleri vardı; yaklaşık 72 saat boyunca yalnızdılar, ayrılmadılar. Ayrılamadılar.

Yaklaşık bir buçuk yıl sonra tartışıyor, birbirlerini çok üzüyor olacaklardı. Bunu bilmeden, tahmin bile edemeden, başbaşa yalnızlıklarına devam ettiler, dvd izleyip, kışın sahil beldelerinde yaşayıp, kimseye haber vermeden yok olup, kaçtılar.

Aşk ancak bu kadar mükemmel yaşanabilirdi..

Issız bir adada, nerede olduğu bilinmeyen , o ve kızdan başka kimse yok. Duyguların yenilere hamile kaldığı, çığlıkların yankı yaptığı, ikisinin bir bedende yok olup, varoluşun ağırlığından sıyrıldıkları, mucizelerin ve hayallerin bahçesinde uykunun derin derin sonsuzlaştığı bir aşkta takılı kaldılar.

Zaman durmuştu, titremeler, sarılmalar, kaçışlar, yok oluşlar ile sürükleniyordu aşk.
Başka kimse yoktu ki. O kadar yalnız bir aşktı ki bu.

Günün birinde kimin aklına gelirdi, adada yakalanacakları ? Hem de bir kişiye de değil, herkese yakalandılar. Çelişkiler, sorgulamalar başladı. Elbette olacaktı ama çok küçüktüler, yaşamaları gereken daha çok şey vardı ve bunları başbaşa yalnızlıkları ile o kimsesiz adada yapamazlardı. Hayat tuttu ikisinin de elinden, sıyırdı aldı tam denizin ortasında yüzerlerken.

Bazı hikayeler vardır, başı ile sonu muhteşem bir uyum  içerisinde olan. Aynen öyle oldu, bir gün bir filme gittiler yine başbaşa, film boyunca sıkıca el ele tutuşup, filmden çıkarken o elleri ayırıp kendileri de ayrıldılar ve bir daha da birbirilerini görmediler.

Her güzelliği tadında bırakıp, tüketmeden ve hazmederek yaşasak keşke; bu kız ve çocuk gibi güzel anılara sahip olsak.. Mesaj değil bu, ben de uygulayamıyorum zaten böylesini hayatıma. İsterdim sonuçta, güzel bir hikaye bu, detayları ile dinledikçe yok olup gidiyorum içinde, sanki onlardan biriymişim gibi..  




13 Şubat 2012 Pazartesi

14 Şubat'sız "Bebe Boy" olmayan Aşklar'dan alıyım lütfen

Eli ayağı çektim ben , bir dur'sam bir sus'sam, biraz ama az biraz dinlen'sem ya..

Düşünememeye başladım, bedenim isyan etti, topla kendini diye.

Önce darmadağın odandan başla, en özelinden, sonra git mutfağa gastoronomini hazırla, banyoya geçip suyu aç , gir altına ve çıkma bir süre kıpırdamadan, arın arın arın.. Salona geçmeye hazır değilsin henüz, yap bunları sonra da al kolunu boynunun altına, uzat ayaklarını, ayarla yastığını, uzan ve bak duvar köşelerine, bağlantılarına, o ince noktalara.

Bu kafa kıvamını çok yakın bir dostum ayar çekti bana cumartesi akşamı. Anında derin bir soluk çektim, hadi bakalım dedim..

Burdan AŞK'a bağlıyorum, merak etmeyin çünkü severiz AŞK'ı çünkü VAR'dır, çünkü adrenalindir, coşturur, çığlık attırır, titretir, sarar, daldırır, kusturur bazen de.  Boşalımdır, yok olup olup var olmaktır, kaybolmaktır, kaçıştır, harekettir, yalnızlıktır, özgürlüktür.

Yaşayınız lütfen, LIVE it ALIVE please.. (Amerika,İngiltere, Almanya, Letonya, Rusya, Çin, Yunanistan vb ülkeler siz de bakmışsınız geçen hafta bloguma hafif enternasyonel olsun istedim)

On dört Şubat'ında içine edin lutfen ya, ne alaka? Ne gürültü patırtı yapılıyor ? 14 Şubat'sız aşklara içelim bir zahmet. Maskesiz, süssüz püssüz, makyajsız doğal aşklar alalım lütfen, bebe boy olmasın, 70'lik getirin.

Hala ısrar eden, kutlayalım diyen bir sevgiliniz varsa, dediğim gibi yapın, oturun karşılıklı, bakın bakın, görün, sarılın sonra da öpüşün vs. 70'likleriniz de eksik olmasın, keyfini çıkarın işte, neyi kutluyorsanız, aşığız ve kutlayalım derdine bir son verip öpüşün ya da sadece. Doğru düzgün olsun ama, kusturtmasın sonradan, öyle bir sarılın ki, boğulsun aşkınız, titresin kollarınız, yansın biraz canınız.

Bilmiyorum ben olsam öyle yapardım ;) 14 Şubat'ı da hedef gösterip vurmaya kalkmayın 12'den. Olmaz o öyle .. Abla tavsiyesi .

Bu da abla'nın aşkı resmettiği saniye :