30 Mart 2012 Cuma

Bu gece Instagram’ı al koynuna

Yak bütün fotoğraflarıııı
Ona ait bütün eşyaları
Bu gece ümitleri al koynuna
Unut insafsızı
Tarkan’ın bir şarkısıdır ki hayatımda maksimum beş kez dinlemişimdir. Ama gel gör ki ağzıma takıldı, şu “instagram” dünyasına daldığımdan beri.
Ner var ne yok bu gezegende? Nedir bu yeni oyuncak ? Nasıl birden bire herkes fotoğrafçı oluverdi? Yepyeni bir gezegen burası , bir sürü kedicik, rengarenk topuklular, kıpkırmızı dudaklar, mosmor tırnaklar gibi uzaylılarla dolu.
Hoş bunları yazıyorum da ben de yeniyim bu gezegende. Ama sayesinde, hayata başka bakar oldum.
Eskiden yolda yürürken kafayı kaldırıp gökyüzüne bakmazdım, ama şimdi dur bakıyım güzel bulutlar var mı demeye başladım. En sevdiğim mekanlara, kimse yokken gidip rahat rahat fotoğraf çekme arzusu sardı. Sabah ezanından önce kalkıp güneşin doğuşunu, hafta sonu şehir dışına çıkıp doğal güzellikleri yakalama hırslarına kapıldım.
Bir nevi hastalık bu da canım. Hoş benim gibi bir kullanıcıyı pozitif etkiledi. Yoksa ben işten eve, evden işe, hafta sonları kafeler barlar vs klasik hayatıma devam ediyor olacaktım. Kimin aklına gelirdi, otları, böcekleri, kuşları, bulutları.. bu kadar çok seveceğim.
Hoş bu gezegende, başka bir vadi var ki, orası da gene çukura düşürecek cinsten. Yani  özel hayatın resmedilmesi kısmı.  Kulağa hoş gelmese de yadırgamayınız, ben de düştüm az çok bu çukura.
Gidiyoruz akşam yemeğine; dolunay var, elimizde içkiler, masa donanmış, kızlar güzel “ayyy garson bey bir fotoğrafımızı çeker misiniiiiiiz?” Başlıyoruz gece gece, yemek ve sohbet keyfinin içine etmeye.
Instagram’a yükleyip, oradan facebook ve twitter vb sosyal yuvalara yolluyoruz ki görülsün güzeliz, paramız var, yemeğe geldik, zevkliyiz özetle işimizi biliriz.
Bir de “aşk vadisi” var tabii. Aşksız bir uygulama olur mu hiç? Çeşitli versiyonları olan bu instagramcılar, aşk vadisinde kaybolanlardan..
Örneğin, bu platformda tanışanlar ki genel methodu bol bol like edip yorum yazarak oluyor.
Burada aşklarını yaşayanlar da var ki tüm öpüşüp koklaştıkları anları ekleyip  millete şov yapılıyor. Sevgilisini bu gezegenden takip edeni de var; “Acaba dün gerçekten Çeşme’ye mi gitti ? ya da “O’nun fotoğrafladığı mekanda Ayşe’nin de fotoğrafı var mı ?” gibi sorularıyla çıldıranlardan oluşuyor.Komik gelecek ama Instagram’dakine aşık olup, gerçeğine tahammül edemeyenler bile burada sürünüyor.
Neyse ben Tarkan’ın şarkısına geri dönmek istiyorum! Çünkü artık yakılası fotoğraflar yok. Kalmadı. O fotoğrafı çekilesi aşkların azalması mıdır, yoksa Instagram’ın fotoğraflarımızı ele geçirmesi midir bilinmez!!! Ama gel gelelim yeni şarkımıza; yeni sözleriyle, yeni gezegenimizde :
Sil bütün fotoğrafları
Ona ait bütün ‘like’ları
Bu gece Instagram’ı  al koynuna
Unut o resmettiğin son aşkını


25 Mart 2012 Pazar

diyalogsuz anlaşmalar

Kadın:  Su getriyim mi canım?
Adam:  Sen istiyorsan..
Kadın : O zaman getirmiyorum
Adam : Sen bilirsin

Çözümsüz bir diyalogdur işte bu. Niye soruyorsun be kadın, ayrıca niye cevabın yok be adam ?
Bu adamla kadın bitmiştir.

Bir de bitmemiş olanların yaşadığı diyalogsuz anlaşmalar var.

Kadın uzun uzun bakar, adam bakmasa bile o anda, anlar, hisseder,, gelir, öper. Bir tek kelime olmadan yaşanır.

Bir pornodur bu diyalogsuz anlaşmalar. Kadının beyni soyunur. Artık adam ruhundadır kadının, yüreğinin kırgınlıklarını görür.

Dingin ama derin sularda yorgun argın yüzerken kadın, boğulmamak adına dibe dalmak istemez; işte o anda anlar adam.

Ya kıyıya çeker yavaş yavaş, ya da bırakır engin denizde..





22 Mart 2012 Perşembe

Yeşil ve Pembe

Yeşil ve pembe gibiydiler
Pijama misali, alt üst..
Takım değil ama uyumlu !

Renkler konusuna dalacağım besbelliydi. Instagram'ın etkisi büyük.

Bahar geldi ya şimdi, film kareleri sardı dört bir yanımı. Her yeni bir renkte yeni bir hikaye.

Bu da yeşil ile pembeninkisi ..

Bir kıpır kıpırdı pembe, alacalı bulacılı hallerden sıyrılıp, toz pembeye uçuverdi. Yeşille karşılaştığında biraz kızarıp bozarıp bordoya yaklaştı ama yeşilin o huzur veren ruh haliyle mora kayıp, sakinledi. Mor da az değildir. TUTKU kübüdür aslen.

Neyse, mor haliyle kendini pembe sanarak oturdular bir yere yeşil ile.

Yeşilde de ton kaymaları oldu, olmaz mı ? Deneysel bir çalışma üzerindeydiler. Bu iki renk yanyana nasıl durur çalışması. Aslında kime ne de işte onlar da yanyana gelmemişler o ana kadar..

Yeşil'in o huzuru, doğallığı, tazeliği, saflığı bizim mor'u yavaş yavaş açmaya başlamış. Ortama biraz gökyüzünün maviliğini, bulutların beyazlığını katıp, zaten var olanı, olduğu gibi yansıtınca pembe geri gelmiş.

Editlenmemiş bir fotoğraf, i-phone'la çekilmiş ama hikayesini bire bir bağırıyor :
"Burada aşk var"

Bahardandır, ama en çok an'dandır. Akar gider "su" gibi.










14 Mart 2012 Çarşamba

çember sistemi

Ortaokul birinci sınıfta kompozisyon sınavındaki performansım nedeniyle ailem okula çağrıldı.
Disipline veriliyordum. Neden "Türkiye" hakkında olumsuz şeyler yazdığımı sormuşlar?

Kompozisyon sınavı vardı, tabii ki yine konu önceden verilmemişti. O an bir soru sorulmuş, anında aklına gelenleri yazacaksın. Sanki yazmak bu kadar basit.

Soru: Türkiye'yi seviyor musunuz, neden? Böyle bir soruya 12 yaşındaki çocuk da neden sevip neden sevmediğini o 45 dakika içinde yazar ve aman acaba hakkımda ne düşünürler demez.
Ben de öyle yapmıştım.

Hoş ben ülkemi çok seviyorum. Bana ters gelen onca haksızlıklara rağmen, seviyorum. Ama keşke böyle olsaydı dedim diye de disipline çağrılıyorum.

Sormayın o zaman böyle soru! Soracaksanız da giriş gelişme sonuç var mı diye bakın. Anlam bozukluklarını kontrol edin, dilbilgisi hatalarımı düzeltin.

Daha o yıllardan baskıya bak, özgür düşüncemin içine etmeye gel.

Yaş on iki alınan karar: "bir daha da yazmam ben"

Yazmıyorum işte artık. Daha doğrusu yazamıyorum.. O hevesi en baştan yok ettiniz !!!

Tüm söylemek istediklerimi, aklıma gelenleri, benim doğrularımı, olmasını arzu ettiklerimi, haksız bulduklarımı, insafsızca alınmış kararları, ağlatan sadece uzaktan izleyebildiğim olayları yazmıyorum.

Düzen adına mı? Sistem için mi ? Ne düşüneceğim peki? Düşünsem de söyleyemeyecek ve sorgulayamayacaksam en iyisi hiç düşünmesem daha iyi, değil mi?

Dolayısıyla dışındayım çember'in.. Siz de umursamayın yazdıklarımı. Ben sizden değilim.

11 Mart 2012 Pazar

Beyaz

Affedici olmak bir erdemdir.

Bir boş anımda ama gerçekten bomboş, uzandım üçlü koltuğuma, aldım sağ elimi başımın altına
başladım duvar köşelerine bakmaya. Duvarın tavanla kesiştiği köşelere.

İlk başlarda zorlandım, sıkıldım, kolum uyuştu vs derken baktım alıştım, yavaş yavaş geliyor bir huzur.
Gözleri kapadım, önce simsiyahken sonra mavi bir derinlikle karşılaştım.Sanki atlamak üzereyim boşluğa.
Başladım affetmeye, içimden kırk kere olmasa da bir kaç kere "sevgiyle sarıp barışla sarmalayıp sizleri evrene bırakıyoruuuu.." dedim. Baktım atlamışım mavi derinliğe etrafım bembeyaz bir bütünlüğe kavuşmuş.

An'da oldu tabii bunların hepsi. Unutursun dediler ki unuttum affettiklerimi, en başta da kendimi yani en sağlam vurucuyu.

Eh olacak o kadar, dümdüz çevre yolunda 160 km hızla gitmek mi keyifli, yoksa sürpriz virajlarla dolu bir vadi yolunda ilerlemek mi ?


9 Mart 2012 Cuma

Çukura düşmek ya da düşmemek, işte bütün mesele bu


Geçenlerde yolda yürüyorum, dı dııt, dı dı ddııt, dırın dırın vb şekillerde telefonlarım susmadı. İki telefonum var tabii, özel hayatım için eğlencemin ana cihazı i-phone ve iş hayatımın özel hayatıma rahatça müdahale edebilmesi ve heeey iş burada hep yanında dedirten Blackberry’im. 

Önüme bir çukur denk gelse kesin içindeydim. Sağlam bir çığlıkla “ayyyy…” diyerekten cumburlop.

Kızım bakma iki saniye yürü paşa paşa evine değil mi ? Yok işte öyle olmuyor !

Ya o sırada sabahtan beri beklediğim o uzaklardaki kişiden bir adet gülen yüz “:)” geldiyse ve bu beni yolda yürüken kendine has deliler gibi güldürecekse, o anı mı kaçırayım?

Ya instagram’a eklemiş olduğum öğle yağmurunun mosmorlaştırılmış hali, beğenilmişse – like edilmesi diye de bilinir- yorumlar almışsa ve ben zamanında hayranlarıma teşekkür edemezsem ?

Ya bir banka en son almış olduğum 1 şişe şarabı 7’ye bölüyorsa ve ben bu fırsatı kaçırırsam ?

Ya twitter’da bana bir “mention” geldiyse ve o sırada onlara cevap veremezsem ve takipçilerim - “follower" diye de bilinir – beni terk ederse ? (twitter:duygu_dahlia) :) 

Ya facebook’ta bir happy hour duyurusu düştüyse telefonuma ve ben o aktiviteyi görmeyip eve gidersem erkenden ?

Sosyal medya, bizim yeni ego’muz. Orada bir “Duygu” var, başka bir duygu bu. Yolda yürürken bile peşini bırakmayan, gölgen o. Yüksek sesle söylemediklerini yazabildiğin, rahatça küfredebildiğin, aslından daha güzel,daha eğlenceli, daha mutlu olduğun yeni yuvan orası. Dolayısıyla da sahip çıkman lazım.

Uğruna; çukura düşersin, iki üç kişi güler, hastanelik olursun en fazla , eh bu da işine gelir, sana duyurulası yeni malzemeler çıkar işte.
 
Seni bir haftada cepten arayan 3 kişi varsa o hafta 100 tane mesaj alırsın facebook’tan, 15 tane mention'ın olur  twitter’da, yaralı bacağının fotoğrafı da 77 kere “like” edilmiş olur instagram’da. Bak ne kadar çok seviliyorsun, ne kadar popülersin, ne kadar “Özel”sin.

Tüm bunlar özeleştiri aslen; bazen hissediyorum da o çukura yaklaştığımı, gülüyorum yine de  ve diyorum ki “orada bir “duygu” var sosyal medyada, o “duygu” benim duygucuğumdur, “like” almasa da, “poke”lanmasa da o “duygu” bizim duygumuzdur”

Yazıyı okurken kim bilir kaç ‘dıııt dıııt’, ‘kilnk klonk’, ‘şıpıt şaput’ hatta ‘bibibiiiibiiipsst’ aldınız? Aman kaçırmayın !?! Fakat bu arada “varsa” evde sabırsızca sizi bekleyen sevgilinizi, çaya davet eden annenizi, hamurları saçmış etrafa, arkadaş isteyen çocuklarınızı, bu liste uzar da uzar, bekletmeyin çok fazla.

Keza, sanal ortamda henüz “Dokunamıyoruz !”


 

3 Mart 2012 Cumartesi

Sarkozy bozdu Nar'ımın tadını

Havanın okşaması mıdır, ruhumun mayışması mıdır her neyse böyle uyku hali görülmedi. Hem de en tatlısından. Beni bilenler şaşıracak ama; bir uyudum dünden beri, şu an uyanmışım blog yazıyorum, gözlerim yarı açık.

Ne rüyalar sormayın.. Ben yine de anlatayım;

Dr Bilal sahnedeydi, koca memeli bir dansöz eşliğinde, jagermeister içiyorum hem de pavyonda. Masada bir sürü nar, hepsi yarım, kemirilmiş, hiçbiri aradığım tadı vermemiş. Dişlerim kamış kamış olmuş, Zeki Müren'den geliyor parçalar, yanımda çook eski dostlarım, bir ben şu anki yaşımdayım (23:)) herkes 20'sinde.

Dansöze para takmaya kalkıyorum, 10 punt sivri topuklularımla, kendimi de sahnede buluveriyorum, göbek atarken. Sarkozy geliyor birden mekana, tutup elimden indiriyor beni sahneden, "otur bakalım yanıma, konuşalım şu Fransa'nın durumunu" diyor. Hayır konuşalım da benim Fransızcam çok kötüdür diyorum. Ama bir açılıyorum, şakır şakır söküyorum Fransızcayı.

Sarkozy bir ara tuvalete gidiyor, ben de kaçıyorum yanından, kafam şişmiş. Cebimi masada unuttuğumu fark edip, eski dostlarımın yanına gidip, tuvalete gidiyorum bahanesiyle atlıyorum gizlice bir taksiye.

Takside çalıyor "It had to be you". Dar, arnavut kaldırımlı sokaklardayız, eve bir türlü varamıyoruz. Diyorum ki şoföre ben en iyisi iniyim, nasılsa evi bulamıyoruz, biraz yürüyüş yapıyım. Başlıyorum yürümeye, benim olmayan mahallelerde. Bir uyku bastırıyor, kıvrılıyorum bir kaldırıma.

Telefonum çalıyor o sırada, gizli numara. Açıyım mı açmıyım mı derken, bunun aslında cebimin alarmı olduğunu anlayıp uyanıyorum. İşe gidiyorum.

Eh rüyamdan böyle mışıl mışıl kaldırımda uyurken uyandığımdandır ki tüm güne güzel bir uyku haliyle devam ediyorum. Ne alakadır ben ve Zeki Müren, hatta göbek atmak, hatta ve hatta Sarkozy.. Rüyabilimci olmadığımdan ve hayatı olduğu gibi kabul edip sorgulamaya merakım da olmadığından, böyle güzel bir bahar gününde gözler yarı açık uyuyorum ben de. Uykudur ilacı derler ya, ben de ilacımı içtim, atabilirim şimdi kendimi sokaklara, hatta kaybolabilirim yeni mahallelerde..